Estetik biliminin işlevi ve araştırma alanı kimilerince hala tartışmalı bir noktada duruyor. Bunun temel sebeplerinden bir tanesi kendini yeni inşa eden bir bilim olarak estetiğin gerçekten gerekli olup olmadığı sorusu. Bu noktada estetiği sınırlandırıldığı dar anlam çerçevesinden çıkarmak adına kelimenin kökenine inmekte, estetik biliminin tarihçesiyle ilgili bazı önemli noktaların altını çizmekte ve ayırıcı niteliklerine bakmakta yarar var.

Kelimenin etimolojisine bakıldığında ‘aisthesis’ yani duyum, duyulur algı ya da duyu ile algılamak anlamına gelen ‘aisthanesthai’ sözcüklerinden geldiği görülür. Platon Büyük Hippas diyaloğunda ‘ti esti to kalon?’ yani ‘güzel nedir?’ sorusunu sorarak estetiğin temelini atmış kabul edilse de Platon’un düşüncesine göre gerçeklik yalnızca idealarda var olabilir ve bu bağlamda sanat taklidin taklididir. Bu nedenle Alexander Baumgarten’in Aesthetica adlı yapıtı kuramsal düzlemde sanatın felsefi olarak incelenmesine olanak tanıyan ilk kuramsal eserdir. Baumgarten’in tanımıyla estetik, ‘mantığın kız kardeşi’ idir ama Baumgarten de, Platon ve Hegel gibi estetiği güzellik yargısı ile sınırlandırır. Estetiğin güzel kavramından ibaret bu kısıtlı, geleneksel anlayışına karşı Kant, Yargı Gücünün Eleştirisinde güzelin yanısıra yüceden bahseder. İyi, doğru, yüce gibi kavramları birbirinden ayırır. ‘Böylece her ne kadar estetik bilimi ve estetik sözcüğü Baumgarten tarafından bulunmuş olsa da, Kant estetik’in asıl kurucusu olarak görülür.’(1) Aslında Kant sanat hakkında pek bir fikir beyan etmez. Ama halihazırda, konu güzellik, beğeni olsa da asıl ilgi alanı insan zihninin nasıl çalıştığı, dünyayı nasıl algıladığı, algıladığını nasıl yorumladığıdır.(2) Aynı zamanda, Rosenkrantz çirkini bir estetik kategori olarak görür. Schiller hoş, soylu gibi kavramları ekler. Daha güncel olarak Wittgenstein şöyle der: Estetik, güzelin ne olduğunu bize anlatan bir bilim olarak düşünülebilirdi. Ama bunu dile getirmek tümüyle gülünçtür. Umuyorum ki o zaman estetik’in hangi kahve türünün bize daha çok tat verdiğini de söylemesi gerekir.’ (3)

Öyle ki sosyal, kültürel her türlü değişimin de etkisiyle sanat artık güzeli aramaktan öte farklı bağlamlar taşır. En başta modernizmin etkisi, içerik ve biçim ayrımının ortadan kalktığı düşüncesi ve başat olarak sanat eserlerinin her zaman güzel hakkında bir tasavvur olmadığı göz önüne alınırsa. Umberto Eco, Çirkinliğin Tarihi adlı kitabında sanat tarihi içerisinde çirkin, fantastik, öteki gibi kavramların işlendiği yapıtların bir antolojisini sunar. Eco, güzelin zamana ve kültüre göre değişlenliğini vurgulamak adına Voltaire’in Felsefe Sözlüğü’nden alıntıladığı bir girişle başlar ‘Bir kara kurbağasına güzelliğin, gerçek güzelliğin, tokalon’un ne olduğunu sorun. Size kahverengi sırtını ve sarı karnını, geniş düz boğazını ve küçük başından pörtlemiş iki yuvarlak gözleriyle güzelliğin dişisinden oluştuğunu söyleyecektir. Gineli bir zenciye sorun: onun için güzellik siyah yağlı bir cilt, içe gömük gözler ve düz bir burundur. Şeytana sorun: Size güzelliğin bir çift boynuz, dört pence ve bir kuyruk olduğunu söyleyecektir.’(4) Bu bağlamda estetiğin güzel yargısı ile sınırlandırılamayacağı, güzel kavramının bir nitelik olarak inceleme alanı olduğu, estetiğin işlevinin ise bundan öte bir şey olduğu açıktır. Sanat tarihinin evrimsel süreci elbette estetiğin de sürecini belirlemiştir. Ne var ki, bugün hala estetiğin güzel kavramı yerine kullanılması yaygın bir yanlıştır. Bu yanlış şüphesiz bir başka soruyu da beraberinde taşır. Eğer estetik, güzelliğin bilimi değilse, nedir? Amacı ve işlevleri nelerdir? Estetik kuramların çoğu, yani sanatın ne olduğuna dair kuramlar, genellikle sanatın gerçeği anlatıp anlatmadığıyla ilgilidir ve felsefi yaklaşımlarla paralel bir çeşitlilik gösterirler. Felsefi epistemolojik kuramların dışında, sanatı anlamaya çalışan ve sanatın rolü üzerine söylemler gerçekleştiren farklı kuramlar da vardır. Sanata sosyolojik ya da psikolojik olarak bakan kuramlar onu daha çok toplumun ya da kişinin iç dünyasının bir yansıması olarak görürler. Sanatın biçimleri ve kendi dinamiğiyle ilgilenmekten çok onu bir takım süreçlerin izi olarak yorumlarlar. Bunlara estetik kuramlar olarak bakmak yanlış olacaktır. Çünkü estetik bir yandan sanatın biçimsel niteliklerine odaklanırken diğer yandan onun bilgiye ya da gerçeğe ulaşmadaki rolünü irdeler. Yani estetik, sosyoloji ya da psikoloji bilimlerinin etkisinden çok doğrudan felsefi düşünceyi kullanır.(5) Yüzyıllardır süregelen bazı çatışmaları sonuçlandırarak Avner Ziss, Estetik adlı kitabında estetik’in konusunun ne olduğu üzerine açıklayıcı bir tanım getirir: ‘Bilimsel öğretide estetik, dünyanın estetik özünsenmesinin bağlı olduğu yasaları genelleştirir. Bu yasalar sanatta daha tam, daha çeşitli ve doğrudan bir yolla ortaya çıktıkları için, estetik de, herşeyden önce, sanatın özünü ve genel yasalarını, sanatsal yaratıyı inceleyen bir bilim olarak kendini gösterir.(6)

Buradaki öz ve genel yasalar terimleri de felsefi terimlerdir ve bu bağlamda estetik bilimi en başından beri felsefenin bir alanı olarak görülür.  Bu nedenle sanatın felsefi olarak incelenmesi başka bir problemi de olanaklı hale getirir: Kelimenin tanımından da anlaşılacağı üzere duyum ve nesnelerin bilgisi denildiğinde akla gelen ilk şey doğru bilginin imkanını araştıran epistemoloji ve şeylerin özünü inceleyen fenomenolojidir. Bu benzeşimin elbette haklı iki sebebi mevcut: İlki, Kantçı anlamda, empirik olanın akılda sonuçlanmasıyla, yani duyulur algının, zihnin kategorilerine dahil olmasıyla ilgili. Bu duruma koşut olarak Kant duyusal olanın ortak bir uzlaşıma varması için zihinsel bir süreçten geçmesi, genelgeçer hale gelmesi adına ortak bir estetik yargıdan söz eder. Bu düşünce her ne kadar subje ve obje arasında bir etkileşimi gerektirse de sanat algılananın ifade edilen yorumu olarak insan zihninin, metafizik bir olguyu nasıl nesnelleştirdiğiyle ilgili araştırmanın en önemli verisidir. Aynı zamanda Kant’tan sonra analitik felsefenin de belirttiği gibi duyu verileri özneldir. Öyleyse bu noktada fenomenolojiden yani şeylerin saf özünden bahsetmek olanaklı hale gelmektedir. Fenomenoloji’de şeyler, olgusal özellikleri haricinde incelenir ve bu özler zamana ve mekana bağımlı değildir. Oysa sanat eserleri hem tarihsel birer yapıntı olmak bakımından hem de estetik bilimi içerisindeki niteliksel ve niceliksel bağlamlarında incelendiklerinde fenomenolojiden ayrılır. Subejktivist, fenomenolojik, psikolojik gibi estetik kuramlar düşünüldüğünde bu durum elbette karmaşık bir konu olarak gözükecektir. Fakat buraya kadar, tanımsal yollara başvurarak estetik biliminin güzel ile sınırlandırılamayacağını, epistemoloji ve fenomenolojiden farklı bir alana sahip olduğunu anlayabiliyoruz. Avner Ziss’in de belirttiği gibi estetik, herşeyden önce sanatın özünü, neliğini araştırır. Alınıp satılabilen bir değer alanı olarak değil, şeylerin bir araya gelişlerinin ve bu bir araya gelişlerdeki tutarlılığı, yani bir sistem olarak sanatı inceler. Sanat eserleri yalnızca dışsal özelliklerine göre kategorilendirebilseydi ve bu işlevi estetik alımlama ile yapsaydı eğer, Velazquez’in çalışmalarını beğenen birinin minimalist sanatçı Carl Andre’den etkilenmesi beklenemezdi. Oysa sanat, kendi bağlamı içerisinde medyumların ve içeriğin farklılığına olanak tanımaktadır. Bu bağlamda estetik de, neyin hoşa gittiğinden çok, hem 14. Yüzyıla ait bir resmin hem de günümüze ait bir enstelasyonun aynı anda nasıl sanat olabildiğini söyleyebilecek potansiyele sahiptir. Ad Reinhart’ın da belirttiği gibi ‘Onyedinci yüzyılda ‘güzel’, ‘yüksek’, ‘soylu’, ‘liberal’,’ideal’ sanat düşüncesi, güzel ve entelektüel sanatı el sanatından ve zanaatinden ayırmak içindir. Onsekizinci yüzyılın ‘estetik’ sözcüğünün tek kastı sanat deneyimini başka şeylerden yalıtmaktır.’

Bu makale Rh Art Magazine 97.sayı’da yayımlanmıştır.
Merve Deniz,2013
Kaynakça
(1)  İsmail Tunalı, Estetik, syf.28
(2)  Jale Nejdet Erzen, Çoğul Estetik, syf.147
(3)  Ludwig Wittgenstein, Estetik betimleme din ve psikoloji üzerine ders notları syf.33
(4)  Umberto Eco, Çirkinliğin Tarihi, syf.12
(5)  Jale Nejdet Erzen, Çoğul Estetik, syf.31
(6)  Avner Ziss, Estetik, syf.32